YOL AŞKINA
  tarikatlar
 

ABDULKADİR GEYLANİ
Evliyânın büyüklerinden. Künyesi, Ebû Muhammed'dir. Muhyiddîn, Gavs-ül-a'zam, Kutb-i Rabbânî, Sultân-ul-evliyâ, Kutb-i a'zam gibi lakabları vardır. İran'ın Geylân şehrinde 1078 (H.471)de doğdu. Babası Ebû Sâlih bin Mûsâ Cengîdost'tur. Hazret-i Hasanın oğlu Hasan-ı Müsennâ'nın oğlu Abdullah'ın soyundandır. Annesinin ismi Fâtıma, lakabı Ümm-ül-hayr olup seyyidedir. Bunun için Abdülkâdir Geylânî, hem seyyid, hem şerîfdir. Hazret-i Hüseyin'in evladına seyyid, hazret-i Hasan'ınkine şerîf denir. AbdülkâdirGeylânî hazretleri 1166 (H.561)'da Bağdad'da vefât etti. TürbesiBağdad'dadır. Ziyâret edilmekde, feyz ve bereketlerine kavuşulmaktadır. Fıkıh ve hadîs ilimlerinde müctehid idi. Kâdiriyye tarîkatının kurucusudur. Ehl-i sünnet îtikâdını ve din bilgilerini her tarafa yaydı. Orta boylu, zayıf bünyeli, geniş göğüslü, ilm için vefâkârlıkta emsâli az bulunur bir velî idi.
HAYATI
Hazreti Pîr Seyyid Sultan Abdülkadir Geylani Kaddesallahü Sırrahül Azîz ve Hakîm, velayet burcunun batmayan güneşi, bütün velilerin piri, intisab edenlerin mutluluğa erdiği hidayet sancağı, ebedi saadetleri kendinde toplayan, maddi ve manevi tertemiz bir yolun mensubu ve Hz. Muhammed'in (s.a.v.) soyundan gelen torunudur. Tüm tarikatlar, hikmet ve ilim yolları, kaynağı Hz. Muhammed (s.a.v.) ummanı olan O yüce pınardan beslenmişlerdir.

MANEVÎ EVLÂD
Cenâb-ı Muhyiddîn-i Arabî Hazretlerinin peder-i âlîlerinden rivâyet olunur ki: Cenâb-ı Hak bu zata her türlü nimet ve devlet ihsan buyurduğu halde kendisine vâris olacak bir erkek evlâdı olmadığına çok müteessir olduğu için diyâr-ı Mağrib’de birçok meşâyih-i kirâmın himmetlerine ilticâ eylemiş, maalesef hiçbir zatdan derdine derman olacağına dair müjdeye mazhar olamamış. Çok zamanlar evlâd hayaliyle kalbi rahatsız olan bu zata günün birinde bir meczûb-u ilahi rastgelir ve ona der ki:
ANA-OĞUL
Yine o büyük insan Hazreti Abdülkadir-i Geylâni’ye bir kadın bir dânecik oğlunun O’nun muhît-i feyzinde terbiye olunmasını arzu ederek getirip kendisine teslim ediyor.
ZAMAN İÇİNDE ZAMAN, MEKÂN İÇİNDE MEKÂN
Evliyâullahın sertâcı, mahbûb-u Sübhâni, Gavs-ı Samedâni, Pîr-i A’zam Cenâb-ı Abdülkadir-i Geylâni Hazretlerine hizmet edenlerden biri, Hazreti Gavs’ın cemalli bir zamanında huzûr-u seniyyelerine çıkarak:
KÂLBINDEKI PUTLARI KIR!
Sen, hiç, Nebî Sallâllahü Aleyhi Vesellem’in su sözünü isitmedin mi?

- Bir kimse ki , yedigini-içtigini nasil ve nereden kazandigina aldiris etmezse Allah da onu cehennemin kapilarinin hangisinden sokacagina aldirmaz .
ABDÜLKADİR GEYLÂNİ HAZRETLERİ'NDEN ÖĞÜTLER
Sakın yaptığın işlerde ve bulduğun manevi halde kendi gücünü görmeyesin. Bu hal kişiyi azdırır ve YARATAN’ın rahmet nazarından uzak kılar. Sakın sözünü dinletme ve kabul ettirme hevesine de kapılmayasın. Önce temeli at sonra üzerine binayı çık. Kalbini derin kaz ki oradan hikmet pınarları fışkırsın, sonra ihlas ve iyi işlerle o binayı yükselt. Bu işlerden sonra halkı o köşke davet et.
ABDÜLKADIR GEYLÂNÎ HAZRETLERINDEN ÖGÜTLER
Evliyalar Sultani, Gavs-i Âzam olarak meshur olan ilim ve hikmet kutbu Abdülkadir Geylânî Hazretleri 1077'de Hazar Denizinin güneyinde bulunan Geylan'da dünyaya geldi ve 1166 tarihinde Bagdat'ta hayata gözlerini yumdu. Hem anne, hem de baba tarafindan Peygamberimizin neslinden gelen Abdülkadir Geylânî Hazretleri hem ilmi, hem de manevî hali ile yüzyillar boyu muhtaç gönüllere Ilâhi aski yansitmistir. Öyle ki, Müslüman olmayanlar bile onun büyüklügü karsisinda egilmislerdir.
ABDÜLKADİR GEYLANİ HAZRETLERİNİN HAK YOLCULARINA VASİYETİ
Ey Hak ve Hakikat yolcusu!

Allah’a itaat ve takva üzere bulunman, şeriatın zahirine dikkat etmen, göğsünü selâmette tutman; gönül açıklığı içinde cömertliğe ve mütebessim bir çehreye sahip olman, karşılıksız vermen, eza ve cefayı terketmen, eziyet ve fakirliğe katlanman sana vasiyetimdir.
ABDULKADİR-İ GEYLANİ HZ. (KS) VASİYETİ
Oğlu Abdurrezzâk'a şöyle vasiyet eyledi:
Ey oğlum! Allahü tealâ bize ve sana ve bütün müslümanlara tevfîk, başarı ve muvaffakiyet ihsân eylesin! Sana Allah'tan korkmanı ve O'na tâat üzere olmanı, dînimizin emir ve yasaklarına riâyet etmeni ve hudûdunu gözetmeni vasiyet ederim.
Ey oğlum! Allah bize, sana ve müslümanlara tevfîk versin! Bizim bu yolumuz, Kitap ve Sünnet üzere bina edilmiştir. Kalbin selâmeti, el açıklığı, cömertlik, cefâ ve ezâya katlanmak ve din kardeşlerinin kusurlarını affetmek üzere kurulmuştur.
MÜRİDİN HALİNİ BEYAN
Rahat istiyor musun? Sürur, emniyet,sükûn, selâmet arzu ediyor musun? Ehl-i dil olmak, sevgi, muhabbet içinde kalmayı arzu ediyor musun? Bu hallerden çok uzaksın. Bunları yalnız dil ile arzu ediyorsun... Şayet tam manası ile istemiş olsaydın; sende adi şeylere karşı meyil kalmayacaktı. Nefsin ölecek, dünya bir yana olacak, ahiret sevgisine meylin olmayacak ve nihayet bunların yerini Allah ve Peygamber sevgisi alacaktı. Halbuki sen bunlardan uzaksın. Çünkü sende şehevi sevgiler ve nefsanî arzular var...
“ZAMAN OLUR Kİ, FAKİRLİK KÜFRE YAKLAŞIR”
HADİS-İ ŞERİFİ ÜZERİNE

Allah’a mutlaka kul olmak isteyen ona iyi inanır. Ve her işini O’na teslim eder. O kul, bilir ki, rızık babında Allah kefildir. Yine okul kanaat getirmiştir ki, kendine ulaşan iyi bir iş, ilâhi fermandan habersiz değildir. Her hangi bir fena hal de kaderi ilâhinin iktizasıdır.
YASAK OLAN ŞEY
İnsana: gibi bir söz yasak edilmiştir.

İnsanı hayrete düşürüyor; çok kere < ne yapayım?> diye söylüyorsun... Sana verilecek cevap:
ALLAH İÇİN BUĞZ
Bir kimseye buğzettiğin zaman, onun işlerini kitaba arz et. İman ölçülerine vur. Sünnet-i nebiye sun. Onlara göre iyi, sana göre hatalı ise, müjde; işlerin Allah’ın emirlerine uygundur. Şayet onlara göre hatalı, sana göre iyi geliyorsa; sen hata ediyorsun. Yanlış hareket ediyorsun, şahsi arzularına uyuyorsun.
HAK SEVGİSİNE BAŞKASINI KATMAMAK
Birçok sözlerini işitiyorum, en çok şunları söylüyorsun:

-< Kimi sevsem aramız açılıyor. Ya ölüyor, ya kayboluyor. Yahut aramıza düşmanlık giriyor. Çoğu zaman malım kayboluyor, param elimden çıkıyor. Bu yüzden dostlarımla bozuşuyorum.>
İNSANLARI DÖRT BÖLÜMDE ANLATMAK
İnsanlar dört kısımdır.

BİRİNCİSİ: Kalbsiz ve dilsizdir. Asi ve hissizdir. Allah buna hayır vermemiştir. Sebebi: Bu ve benzerleri, hayrı istemezler, hayır yolunu sevmezler. Şu var ki; Bir gün Allah c.c. rahmeti iktizası bunları yola getirir. Kudret eli bunların kalbine iman ışığı tutar. Eğer istidatları varsa onlar da hak yola girerler.
ALLAH’A DARILMAMAK
Allah’a çok darılıyorsun; O senin Rabbın olduğu halde onu töhmet altına almak istiyorsun. O’nun her işine itiraz ediyorsun, zorla bağlanıyorsun. O’na bağlılığın yolu zulüm ile oluyor. Halbuki ona candan inanman ve teslim olman lazım. Rızık babında sıkı olma, geniş ol. Zengin olursan herkese dağıt; fakir olunca da sabırlı ol. Gün olur, güçlük gider, bela kalkar. Yaptığın bir yana kalır. Bilmez misin her şeyin bir vakti var, o gelince olacak olan olur...
VERA ÜZERİNE
Vera(*) sahibi ol, aksi halde felaket yakınına gelir. O zaman seni hiç bırakmayan güçlükle bir yakalar, öldüm desen bırakmaz. Şu var ki; Allah’ın rahmetini de hiçbir şey önleyemez. Ona da tam istidat kazanmak gerek. Hz. Peygamberden (s.A) şöyle bir Hadis-i Şerif rivayet edilmiştir:
DÜNYA VE AHİRET İŞLERİ
Ahiret sermayen olsun. Dünyayı ticaret yeri say. Zamanını sermayeni batırmamak için evvela ahiretine sarfet. Eğer fazla kalırsa onu da dünyaya harca, geçimini sağla. Sakın dünyayı sermaye, ahireti ticaret saymayasın. Bunu yapınca namazını vaktinde kılamazsın. Kılsan da erkanını yerine getiremezsin. Rukûu belli olmaz, sücûdu belli olmaz. Çünkü senin için maksat dünya olmuştur. Yorgunluk gelir, uyursun. Namazın kazaya kalır, kılamazsın. Gece cife gibi yatar, sabahları tenbel olarak kalkarsın. Nefis seni peşinden sürükler, heva seni takip eder. Şeytan artık sana hakimdir. Böylece ahiretini dünyaya satmış olursun. Sen bu durumda nefsin kulu ve onun uşağı olmuşsun. Halbuki sen onu emrine alacak, terbiye edecek, doğru yola getireceksin. Bu, onun ahiret tarafı idi. Yani iyilik yüzü idi. Ama sen böyle yapmadın, onu hakkıyla idare edemedin. Onun sözlerini kabul etmekle zulüm ettin. Onu kendi başına bıraktın, netice lezzete, zevke, sefaya daldı ve şeytana uydu. Sen de ona uydun. Daha sonra hem dünyan battı, hem de ahiretin.
HASEDİN KÖTÜLÜĞÜ
Ey iman sahibi, seni bir tuhaf görüyorum. Komşuna hasetli bir haldesin. Onun yemesini çekemiyorsun. İçmesinden hoşlanmıyorsun. Onun giydiği sana tuhaf geliyor. Evi gözünde büyüyor. Hanımı dahi senin için çekilmez bir dert oluyor. O mevla nimeti içinde zengin olmuştur. Onun zenginliğinde bir türlü hoşluk bulamıyorsun. Bu hallerin neden oluyor.
DOĞRULUK VE NASİHAT
Yaradanına karşı doğruluk gösteren, yabancıdan kaçar, sabah akşam Hak’la olur. Gayrısına yüz vermez.
AYRILMAK, BİRLEŞMEK VE NİFAK
Her hangi bir şeyi ilahi emir olmadan nefse uyarak almak inattır. Kötülüktür. Nefse uymadan almak iyidir. Fakat pek iyi değildir. Arzu etmeden geleni almak hoştur yalnız ahlak nizamına uyması şarttır.
SALİK’in YETİŞMESİ
 
FENÂ VE KEYFİYETİ
Sana bir misal getireceğim. “ Fena “ üzerine olacak. Şunu demek isterim. Bir sultan, halk içinden seçeceği kimseyi bir beldeye tayin eder. Ona her türlü yetkiyi verir. Bir vali için lazım olan her çeşit nişanları takar. Aradan zaman geçer. O vali kendini beğenmeğe başlar. Padişahın nimetini unutur. Sanki o yer kendisine bakidir. Kendini beğenir,ilk halini unutur, eksiğini hatırlamaz, eski fakirliği aklına gelmez. Halbuki bir zamanlar bir köşede unutulmuştu. Bu kibir o zavallıyı sarar. Kendini çok beğenir. Firavunlaşır. Bu hali çok iyi bilen şah onu azleder. Öyle bir hal alır ki, ilk devrini arar ama eline geçmez.
NEFSİN İKİ HALİ
Nefsin iki hali vardır. Üçüncüsü yoktur. Biri bela diğeri afiyet...

İnsanlar, başlarına bir bela geldiği zaman bağırır, çağırır, Allah’ı şikayet eder. Allah’a darılır. Her şeye itiraz eder. Hak’kı töhmet altına almak ister. Ne sabır bilir, ne de bir nasihatçıya uyar. Yalnız kendi aklına göre Allah’a (haşa) eş bulma yoluna girer, bir uygunsuz hareket yolu bulur.öylece gider.
DİLENCİLİĞİN KÖTÜLÜĞÜ
İnsan, kendisi gibi âcizden bir şey isteyemez. Yalnız cahil olduğu için ister. İmanı zayıf olduğu için bu yolu tutar. Marifeti yoktur, yakin derecesine varmış imanı yoktur. Sabrı yok denecek kadar az olduğu için bu yola düşmüştür.
ARİF-İ BİLLAH’IN DUASINA NEDEN İCABET OLUNMAZ
Başta şunu söylemek iyi olur. Arif insan için iki kanat vardır. Biri korku, diğeri ümit. Bir kuşun zayıf kanadı diğerine tesir ettiği gibi, arifin de bu iki halinden biri zayıflarsa yol alamaz. İmanı tekamül etmez.
İPTİLÂ VE NİMET
İnsanları iki şahıs olarak görürüz. Biri iyilik içindedir..

Nimet içindeki adam sıkıntıdan ve kederden kurtulamaz. Sebebi, nimetin bolluğu ve bunların icabı maddi sıkıntıdır. Mal, mülk, her zaman iyilik getirmez, her parçasının ayrı derdi vardır. Evladı olur hastalanır, kaza olur, mal mülk telef olur. Bunlar tabii afetler olduğu halde o insan normal karşılamaz, haliyle elindeki nimetin tadını bulamaz.
SIRLARIN SIRRI
Yaratılışın Başlangıcı

Allahu Teala, cemâlinin nurundan ilk önce Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem’in nurunu yarattı. Bu, bir hadis-i kudsi’de şöyle bildirilmiştir:
VİRD-İ KÜBRA
Allahım, Efendimiz Muhammed aleyhisselâm’a ezelle ebed arasını dolduracak ölçüde selâmın olsun. Öyle ki, selâmın sayı kapsamına girmesin ve belirli bir zamana sığmasın.

 

');//-->

İSLAM DİNİNDE

MEZHEPLER, TARİKATLAR

    

 

 

 

GİRİŞ

 

İnsanlık tarihi iki otoritenin, siyasi ve dini otoritenin birbiriyle mücadele tarihidir. Bu mücadelede kimi zaman siyasi otorite dini otoriteye, kimi zamanda dini otorite siyasi otoriteye egemen olmuştur. Siyasi otorite, dini otoriteye egemen olduğunda dini otoritenin yaptırımını da kullanarak egemenliğini pekiştirmiş, dini otorite siyasi otoriteye egemen olduğunda, aynı yöntemi bu sefer dini otorite kullanmıştır.

 

Ortaçağın Hristiyan ve İslam dünyasında halk bu otoritelerin çıkarlarına hizmet için var olan bir teba olarak görülmüştür. Günümüzün çağdaş değerlerinden yoksun olan halk, ne siyasi, otoriteyi ne de dini otoriteyi sorgulayabilmiştir. Siyasi ve dini otoritenin mutlak doğru olarak gösterdiklerine koşulsuz olarak itaat etmişlerdir.

 

Koşulsuz itaat eden halk kitlesini yönetme mücadelesi, ne siyasetin siyaset gibi ne de dinin din gibi yaşanamaması sonucunu doğurmuştur.

 

Özellikle insanlığın en hassas yönü olan, dini inançlar her dönemde, her koşulda, her yöntemle bir takım kişilerin çıkarlarına hizmet etmek amacıyla alabildiğine kullanılmıştır. Dini inançların, siyaset adamı veya din adamı, kisvesi altındaki bir takım kişilerin çıkarları uğrunda kullanılması, kullanılmaya çalışılması ve bu uğurda yapılan mücadeleler, dinlerin birtakım mezheplere ve tarikatlara ayrılması sonucunu da beraberinde getirmiştir.

 

 

HRİSTİYANLIKTAKİ OTORİTE MÜCADELESİ VE MEZHEPLERİN ORTAYA ÇIKIŞI

 

Hristiyanlığın Kudüs’te ortaya çıkması ve hızla yayılmasına karşı Roma İmparatorluğu önce bu dini yasaklamış ve Hristiyanları sıkı takip altına almışken daha sonra bu dine engel olamayacağını anlayan imparator Konstantin, 313 yılında yayınladığı Milano Fermanı ile Hristiyanlığı resmen tanımıştır. Bundan amaç Roma İmparatorluğu’nu parçalayabilecek bir sürecin önüne geçmek ve onu kontrol altına almaktır.

 

Hristiyanlığın üç yüz yıllık uygulanmasında ortaya çıkan bazı teolojik anlaşmazlıkların önüne geçebilmek ve temel bazı teolojik kurallar koyabilmek, kiliseleri başıbozukluktan kurtarıp ciddi bir organizasyona tâbi tutabilmek için İmparator Konstantin tarafından 325 yılında Hristiyan aleminin ilk ökümenik (evrensel) “Konsil”i (uyulması zorunlu dinsel kurallar koymak amacıyla din adamlarınca yapılan toplantı) İznik’te toplandı. Bu konsilde;  Hristiyanlığın günümüzde de pek çoğu uygulanmaya devam eden temel kuralları konuldu. Çok değişik İncil metinleri arasından dördü (Matta, Luka, Markos, Yuhanna) incil olarak tespit edildi. Ayrıca kilise organizasyonu açısından Roma İmparatorluğu üç bölgeye ayrılarak bu bölgelerdeki kiliseleri yönetmek amacıyla Apostolik kökenli (havariler tarafından kurulmuş) Roma, İskenderiye ve Antakya kiliseleri Ökümenik Patriklik Statüsüne yükseltildi.

 

 

Kiliseler üzerinde egemenlik kurarak dini otoriteyi siyasi otoriteye katkı sağlamak amacıyla kullanmak isteyen İmparator Theodosius, o dönemde İmparatorluk merkezi olan İstanbul’da bulunan Fener Episkoposluğu’nu, 381 yılında İstanbul’da toplanan Konsile, baskı yaparak Ökümenik Patriklik statüsüne kavuşturdu. Ancak bu karar Roma, İskenderiye ve Antakya kiliselerince kabul edilmedi. Bunun üzerine imparatorlukta büyük karışıklıklar çıktı.

 

Theodosius’un izinden giden imparator Marcian, 451 yılındaki Kadıköy Konsilinde kendisinin hazırladığı 28 maddelik karar tasarısını zorla kabul ettirerek, Fener Patrikhanesini Hristiyanlık dünyasının tek merkezi haline getirdi. Bu kararı Roma, İskenderiye ve Antakya kiliseleri tanımadı. Bunun üzerine İskenderiye ve Antakya Kilisesi yerle bir edildi ve binlerce insan öldürüldü.

 

Bu dönemde Roma İmparatorluğu batı ve doğu olarak ikiye bölündüğü için Doğu Roma (Bizans) İmparatorları Roma Kilisesine bir şey yapamadılar. Roma kilisesi, daha sonra bağımsızlığını ilan ederek 325 yılında oluşturulan Hristiyan birliğinden ayrıldı. Roma İmparatorlarının, dini otoriteyi egemenlik altına almaya çalışmaları, Hristiyanlığın, Katolik ve Ortodoks olmak üzere iki mezhebe bölünmesine sebep oldu.

 

Ortaçağda Batı Roma İmparatorluğunun parçalanması, Feodalitenin yani siyasi otoritenin çok zayıf olduğu bir sistemin ortaya çıkması sonucunu doğurdu. Bu ortamda Avrupa’daki tek dinsel otorite olan Roma Kilisesi yani Vatikan, Siyasi otoriteye tam olarak hakim oldu. Dinsel dogmalar veya din kuralı gibi uygulanan kurallar kilisenin, devlet ve toplum yaşantısına tam olarak egemen olmasını sağladı. Hristiyanlık ve Avrupa Karanlık Çağı yaşamaya başladı. Bu dönemde Kilisenin pek çok derebeyinin topraklarına el koyması siyasi otoriteyi iyice zayıflattı.

 

 15. Yüzyılda Almanya’da ortaya çıkan Martin Luther topraksız kalmış Alman prenslerinin, yani siyasi otoritenin de desteğini arkasına alarak Kilise egemenliğine bayrak açtı. Onun başlattığı hareket Avrupa’da kısa sürede yayılarak ayrı bir mezhebin yani Protestanlığın ortaya çıkışını sağladı. Dini ve siyasi otoritenin kavgası böylelikle Hristiyan dünyasının Katolik, Ortodoks ve Protestan olmak üzere üç mezhebe bölünmesine yol açtı.

 

 

İSLAMİYETTEKİ OTORİTE MÜCADELESİ, MEZHEPLER VE TARİKATLARIN ORTAYA ÇIKIŞI

 

İslamiyette Hz.Muhammet’in ölümünden sonra “Dört Halife Dönemi” adı verilen bir dönem yaşanmıştır. Hz. Muhammet, Peygamber olması nedeniyle dini bir liderdir. Ancak ortada bir devlet vardır ve bu devletin yönetilmesi söz konusudur. Bu açıdan bakıldığında Hz.Muhammet aynı zamanda bir devlet başkanıdır yani siyasi bir liderdir.

 

 Onun ölümünden sonra devleti yönetecek bir lider gereklidir. Bu lideri sahabe, yani peygamberin yakın arkadaşları seçecektir. Bu lidere de Halife ünvanı verilecektir. Halifeler Hz. Muhammet gibi hem dini hem de siyasi lider değildir. Tanımlama yapılacak olursa dini otoriteyi de kullanan siyasi lider denebilir.       

 

 

Hz.Muhammet’ten sonra Hz.Ebubekir ve Hz.Ömer döneminde liderlikle ilgili bir sorun yaşanmamıştır. Her iki halife de peygamberle aynı aileden, Haşimi ailesinden gelmektedir. Haşimi ve Ümeyye, ailesi İslamiyetten önce Mekke’ye hakim olan Kureys Kabilesinin, Mekkeyi yönetmek için birbiriyle sürekli mücadele halinde olan iki ailesidir. Hz.Ömer’in ölümüyle yerine Ümmeyye ailesine mensup Hz.Osman’ın geçmesi ve kendi ailesini kayıran uygulamalar yapması, İslamiyetten önceki siyasi çekişmeleri yeniden su yüzüne çıkarmıştır.

 

 Bu huzursuzlukların bir sonucu olarak Hz.Osman’ın bir suikast sonucu öldürülmesi ve yerine geçen Hz.Ali-nin bu cinayeti aydınlatmada gerekli çabukluğu gösterememesi, Ümeyye ailesine mensup olan Şam Valisi Muaviye tarafından gerekçe olarak gösterilecek ve Muaviye kendisini halife ilan edecektir. Böylelikle İslam Devletinde iki halife ortaya çıkacaktır.

 

Hz.Ali ve Muaviye’nin dini liderlik değil, siyasi liderlik (Halifelik) mücadelesi iki tarafın ordularını Sıffin Savaşında karşı karşıya getirmiştir. Yapılan savaşta kesin bir sonuç alınamayınca sorunun Hakemler tarafından çözülmesine karar verilmiştir. Hakem olayında Muaviye’nin hakemi Amr İbnül As’ın, Ali’nin hakemi Ebu Musa El Eşariyi kandırması iki tarafı tekrar savaş durumuna getirmiştir. Hz.Ali-nin daha fazla kan dökülmemesi için kuvvetlerini geri çekmesi üzerine iktidar mücadelesi bir çözüme kavuşturulamamıştır. Ali, Basra’da Halifelik yaparken Muaviye, Şam’da Halifeliğini sürdürecektir.

 

 Bir süre sonra iki lidere de yapılan suikastten Muaviyenin sağ çıkması ve Ali’nin ölmesi üzerine tek bir halife kalacaktır. Muaviye’nin Ali’nin oğulları olan Hasan ve Hüseyin’e kendi ölümünden sonra Halifeliğin kendilerine geçeceğine dair verdiği sözü tutmayıp oğlu Yezit’i Velihat ilan etmesi anlaşmazlıkları tekrar su yüzüne çıkaracaktır.

 

 Yezit’in Halife olduktan sonra Hz.Hüseyin’i Kerbelada öldürttürmesi İslam’daki bölünmeyi net bir şekilde ortaya çıkaracaktır. Muaviye taraftarları ve onun soyundan gelenlerin egemen oldukları bölgelerdeki insanlar, kendilerini Ehl-i Sünnet veya Sünni, Hz.Ali’nin soyundan gelenlerin ve Basra, İran ve Horasanda yaşayan insanların ise Ehl-i Şia yada Şii olarak adlandırmasıyla, islam dini ikiye bölünecektir. Kısacası Hz.Muhammet’in ölümüyle ortaya çıkan siyasi liderlik mücadelesine din kisvesi büründürülmesi, İslam dininin bölünmesine, Sünnilik ve Şiilik adı verilen iki mezhebin ortaya çıkmasına sebep olacaktır.

 

Daha sonraki yüzyıllarda değişik din adamlarının İslam dinini şekil ve esas açısından farklı niteliklerde yorumlamaları sonucu Sünnilikte, Hanefilik, Hambelilik, Malikilik  ve Şafiilik,

 

Şiilikte ise Caferilik, İsmailiye Zeydilik ve İmamilik gibi alt mezhepler ortaya çıkacaktır.

 

Sünni mezheplerle Şii mezhepler arasındaki en belirgin fark, İmanın altı şartı (Meleklere İman, Kitaplara İman, Peygamberlere İman, Ahiret Gününe İman, Kadere İman, Hayır ve Şer'in’Allahtan geldiğine İman) dışında Şiilerin on iki imam’a iman etmeleridir. Şiilere göre on bir imam gelmiş ve Şiiliğin temel öğretisini oluşturmuştur. On ikinci imam ise (İmam-ı Gaib) henüz gelmemiştir. On ikinci imam , Mehdi (Kurtarıcı) olarak beklemektedirler. Aradaki fark şekilde değil, özde olduğu için yani teolojik bir fark olduğu için Sünniler tarafından Şiilik reddedilmektedir.

 

Mezheplerin  öğretilerinin yayılması için zamanla çok değişik bölgelerde açılan Tekkelerde yetişen binlerce din adamı kendi mezhepleri içinde kendi yorumlarını ortaya koymuş ve böylelikle “Tarikat” adını verdiğimiz din örgütlenmeleri ortaya çıkmıştır. Bunların başlıcaları şunlardır. :

 

                        SÜNNİ TARİKATLAR                            Şİİ TARİKATLAR

                        Eş’arilik                                                           Batınilik

                        Maturidilik                                                      Haşhaşilik

                        Halvetilik                                                        Bektaşilik

                        Ahilik                                                              Dürzilik

                        Bayramilik                                                      Hurufilik

                        Celvetilik                                                        Hüsnilik

                        Cemalilik                                                         Karmatilik

                        Cerrahilik                                                        Kazerunilik

                        Kadirilik                                                          Mudarilik

                        Kalenderilik                                                    Nusayrilik

                        Melamilik                                                        Vasililik

                        Nakşibendilik

                        Ticanilik

                        Şazelilik

 

           

            Başlıca sayılan bu tarikatların her biri, onlarca alt tarikata bölünmüştür. Örneğin Şazelilik kendi içinde Arifilik, Bekrilik, Cezulilik, Fuadililik, Gazilik, Madavilik, Mustailik, Mürsilik, Nasırilik, Raşidilik, Şerefilik, Vefailik ve Zekurilik gibi on üç alt tarikata bölünmüştür. 

           

              Tarikat ve tekke örgütlenmesi, şeyh ile tarikat mensubu mürit arasında, şeyh’e koşulsuz itaat esasına dayanan bir yapılanmadır.

 

               Şeyh mutlak doğruları söyleyen, mutlak doğruları yapan, mutlak itaat edilmesi gereken muhterem bir kişidir. Şeyh asla hata yapmaz. Müritin görevi olgunluk düzeyine yükselene kadar bir takım eziyetlere, çilelere katlanmaktır.

 

                Örneğin tarikatlardan birine girecek olan kişi tarikatın bir üyesi olana kadar üç yıl dokuz gün şu görevleri yapmak zorundadır. 40 gün dört ayaklı hayvanların bakımı 40 gün süpürge işi, 40 gün su çekme, 40 gün yatak serme ve kaldırma, 40 gün odun kesmek, 40 gün yemek pişirmek, 40 gün alış veriş yapmak, 40 gün dervişler meclişine hizmet etmek. Bu görevlerin bitiminden sonra üç yıl dokuz gün tamamlanana kadar bu işler baştan başlayarak tekrar edilir.

           

                 Buradan da görüleceği gibi tarikat örgütlenmesi bünyesine alacağı bir kişinin öncelikle kişilik özelliklerini yok edecek, düşünmeden, araştırmadan koşulsuz itaat eden müritler yaratmayı amaçlamaktadır. Bu süreçten geçen bir kişi, Şeyhinin ve tarikatın ileri gelenlerinin söylediklerini mutlak doğru olarak kabul edip verdikleri görevleri düşünmeden, tartışmadan, görüş öne sürmeden yapmaktadır.

           

                 Buna en belirgin örnek olarak Hasan Sabbah’ın Haşhaşilik tarikatı verilebilir. Hasan Sabbah’ın Alamut kalesinde yetiştirilen müritler, daha sonra kendilerine verilen görev doğrultusunda, öldürüleceklerini bile bile pek çok kişiye suikast yapmışlar ve Büyük Selçuklu İmparatorluğu döneminde dehşet saçmışlardır.

                  İsrail’de vücutlarına bağladıkları bombalarla insanların kalabalık olduğu yerleri havaya uçuran ve yüzlerce insanın ölümüne sebep olan Haimas miltanlarının

 

                  ve Almanya’da örgütlenmiş İslami Cemiyet ve Cemaatler Birliğinin başında bulunan Metin KAPLAN’ın verdiği direktif doğrultusunda kiraladıkları bomba dolu uçakla 29 Ekim 1998’de Anıtkabire intihar dalışı yapmayı planlayan militanların, organizasyon, amaç, yöntem ve uygulama açısından Hasan Sabbah’ın Müritlerinden hiçbir farkı yoktur.

           

                  Kısacası, Tarikat örgütlenmeleri, bir şeyhin mutlak güdümünde düşünme ve aklını kullanma becerisinden yoksun bırakılmış, şeyhinin her söylediğini mutlak doğru olarak kabul eden yaratıklar sürüsü yetiştirmeyi amaç edinmiş, İslam ve İnsanlık düşmanı oluşumlardır.

 

 

 

TÜRKLERİN İSLAMİYETE GİRİŞİ, AYRILIKLAR VE ANADOLU İSLAM ANLAYIŞI

 

Türkler, Sekizinci yüzyılın sonlarından itibaren İslam dinine girmeye başlamışlardır. Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun kurulmasından kısa bir süre sonra da Tuğrul Bey döneminde Abbasi Halifesi Türklerin koruması altına girmiştir. Bundan sonra Türkler İslam dininin hem bayraktarlığını hem de korumalığını yapmışlardır.

 

Anadolu’ya göç eden Türkler göç yolları üzerindeki İslam mezheplerinden etkilenmişler ve bu mezheplere girmişlerdir. Genel bir değerlendirme yaparsak Anadoluda yerleşik hayata geçen Türkler daha çok sünni mezhepleri tercih etmişler, göçebe yaşayanlar ise islam dininin kurallarıyla, Türk gelenek ve göreneklerini kaynaştırarak Alevi İslam anlayışını ortaya çıkarmışlardır.

 

 Türkler hangi mezhepten olurlarsa olsunlar İslam dinini geniş bir hoşgörü çerçevesi içinde ele almışlar ve bu çerçevede yaşamışlardır. Bu hoşgörüyü hem kendi dinlerinden olanlara hem de başka dinden olanlara alabildiğine göstermişlerdir. Gerek Sünniliği gerekse Aleviliği benimsemiş olan Türkler asla biribirleriyle çatışmaya girmemişlerdir. Anadolu’daki Sünni ve Alevi anlayışının iki somut oluşumu olan Mevlevilik ve Bektaşiliğin temel felsefesi, insan sevgisi ve hoş görüdür. Araplar daha dört halife döneminde İslamı siyasallaştırmışken Türkler toplum dokusunun güçlenmesinde önemli bir katkı olarak değerlendirmişlerdir.

 

 

YAVUZ SULTAN SELİM-ŞAH İSMAİL ÇATIŞMASI, HALİFELİĞİN OSMANLILARA GEÇMESİ VE İSLAMIN SİYASALLAŞMASI

 

16.yüzyılın başlarında İran’daki Safavi Devleti’nin başına geçen Şah İsmail, devletinin sınırlarını genişletmek ve Anadolu’ya hakim olmak için yoğun bir çalışma içine girecektir. Bu amacına ulaşmak için Şii İslam inancını bir kılıç gibi kullanacak ve Anadolu'da giriştiği propoganda faaliyetleriyle taraftar toplamaya çalışacaktır. Kısacası siyasi amaçlarına ulaşmak için halkın inancını siyasete alet edecektir. Osmanlı Devleti’nin geleceği açısından bu durumu çok tehlikeli gören Yavuz Sultan Selim, Şehzadeliği döneminde başlattığı mücadeleyi Padişah olduktan sonra da yoğun olarak sürdürecektir. Özellikle Alevi gruplar arasında faaliyette bulunan propogandacılar yakalanacak ve idam edilecektir.  Çaldıran Seferi sırasında bu öldürmeler doruk noktasına çıkacaktır. Çaldıran Seferi ile Osmanlı Devleti’nin birliği pekiştirilecek ancak inançların siyasallaştırılması Sünni ve Alevi inancına sahip olan insanlarımızın zaman içinde biribirlerini hasım gibi görmelerini sağlayacak süreç te başlamış olacaktır.

 

Özellikle Yavuz’un Mısır Seferiyle Halifeliğin Osmalılara geçmesiyle birlikte zaman içinde köklü Türk Devlet Gelenekleri yerine Abbasi devletinin din merkezli devlet yönetim sistemi Osmanlı devlet yönetimine hakim olmaya başlayacaktır.

 

 Alınan kararların ve yapılan uygulamaların din kurallarına uygun olup olmadığı konusunda fetva verme yetkisine sahip olan Şeyhülislamların devlet yönetimindeki etkinlikleri zaman içinde artacaktır. Bu dönemde Osmanlı devleti yönetimine Türkler yerine devşirmelerin getirilmesi köklü Türk Devlet Geleneğinin etkinliğini her geçen gün daha da azaltacaktır. Bu durum en belirgin olarak bilim ve eğitim, öğretim kurumlarındaki çöküşle kendini gösterecektir. Celali isyanlarının toplumsal sebeplerini araştırmak yerine buna medreselerde yeterince din eğitimi verilemediği tespiti yapılarak pozitif bilimlerin medreselerdeki öğretimi bir Şeyhülislam fetvasıyla yasaklanacaktır. Siyasi otorite, dini otoriteden yararlanılarak güçlendirilmeye çalışılırken dini otorite ve dini dogmalar her geçen gün siyasi otoriteyi kendi denetimi altına almıştır. Niteliksiz padişahların iş başına geçmesi, rüşvet ve iltimasla devlet yöneticilerinin gene niteliksiz kişilerce ele geçirilmesi çöküşü geri dönülemez noktaya getirmiştir.

 

Taasubun ve bağnazlığın hangi boyutlara ulaştığını aşağıdaki örnekler açıkça göstermektedir;

Savaş alanlarında ardarda yenilgiler alınması üzerine Padişah III.Mustafa Prusya Kralı Fredericht’ten uygun savaş zamanını yıldızlara bakarak tespit edecek olan müneccimler isteyecektir.

 

Ünlü astronom Takıyüddin’in Üsküdar’da kurmuş olduğu rasathane, devrin Şeyhülislamı tarafından “meleklerin bacaklarını seyrediyorlar” gerekçesiyle yıktırılacaktır.

Tanzimat’tan sonra açılan ortaokullarda,coğrafya derslerinde harita kullanılması “Allahın yarattıklarının tasvirini yapmak ve kullanmak günahtır” gerekçesiyle yasaklanacaktır.

Tanzimat döneminde Mustafa Behçet Efendi tarafından kaleme alınan sözde tıp kitabında “Suçlu bir kimseye bıldırcın dili yedirilirse, sorgu sırasında bütün suçlarını itiraf eder”

 

 veya “Karnabahar tohumu dört sene sonra dikilse bu tohumdan şalgam ve şalgam tohumu dört sene sonra dikilse karnabahar çıkar” şeklinde saçma sapan ifadeler yer alacaktır.

Bu zihniyetle yönetilen Osmanlı Devleti’nin çöküsü sürpriz olmamıştır.

 

 

 

 

ATATÜRK REFORMLARI, DEVLET VE TOPLUM YAŞAMINA AKIL VE BİLİMİN EGEMEN OLMASI

 

Atatürk, Çağdışı bir devletin çağdışı toplum yapısını yaşayarak yetişmiştir. Böyle bir devlet ve toplum yapısıyla hiçbir şey yapılamayacağını daha okul sıralarındayken anlamıştır. Başarılı meslek yaşamı, milletine önderlik etme fırsatını kendisine tanıyınca, özellikle siyasi bağımsızlığı sağlayıcı mücadeleyi, yani  Türk Kurtuluş Savaşını başarıyla sonuçlandırmış, ardından çok daha zor olan toplumsal dönüşüm hareketini başlatmıştır.

 

Öncelikle, toplumsal dönüşümü sağlamanın ön koşulu olan çağdışı saltanat rejimi kaldırılmış, Cumhuriyet ilan edilmiş ve halifeliğin kaldırılmasıyla siyasi altyapı hazırlanmıştır.

 

Ardından 3 Mart 1924 tarihinde, fetvalar aracılığıyla devlet ve toplum yapısını dinsel dogmalara uygun hale getiren, Şeriye ve Evkaf Vekaleti kaldırılarak devlet ve toplum yapısını laikleştirmenin temeli atılmıştır. Çağdışı eğitim kurumları kaldırılarak, Eğitim ve Kültür alanında ard arda büyük atılımlar yapılmıştır. Türk toplumunu çağdışı kılan uygulamalar birer birer kaldırılarak çağdaş topluma giden yolun önü açılmıştır. Hukuk sistemi baştan sona pozitif hukukun gerekleriyle donatılmıştır. “Hayatta En Hakiki Mürşit İlimdir.” Felsefesiyle, devlet ve toplum yaşamına egemen olan kuralların akla ve bilime dayandırılması demek olan Laiklik, bir yaşam tarzı olarak benimsenmiştir.

 

 “Ben size hiçbir dogma, hiçbir nassı katı, hiçbir donnuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım akıl ve bilimdir. Aklın ve bilimin rehberliğini kabul edenler, manevi mirasçılarım olurlar” sözüyle akıl ve bilim temeliyle kurmuş olduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni “Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” gençlere emanet etmiştir.

 

 

KARŞI DÖNÜŞÜM HAREKETİ VE TÜRK MİLLETİNİ ÇAĞ DIŞINA SÜRÜKLEME ÇABALARI

 

Cumhuriyet Dönemiyle beraber Atatürk, dini otoriteyi, siyasi otoritenin egemenliği altına almaya çalışmamış, dini, otorite olmaktan çıkararak insanların vicdanına bırakmıştır. Yasal ve Anayasal düzenlemelerle halkın dini duygularının istismar edilmesinin önüne geçilmiştir.           

 

Türkiye’de çok partili döneme geçişle birlikte çok farklı siyasi düşünceler, belli bir program çerçevesinde siyasi parti örgütlenmeleri  içinde temsil edilmeye başlanmıştır. Parti programlarıyla halkın karşısına çıkıp iktidar için oy isteyen siyasi partiler, zaman içinde kendi parti programlarında ve söylemlerinde dini motiflerden yararlanmaya başlamışlardır. Halkın dini duygu ve düşüncelerini istismar ederek siyasi çıkar sağlamaya çalışan politikacılar bu uğurda Atatürk döneminde alınan önlemleri, yasalara aykırı bir biçimde yaptıkları uygulamalarla etkisiz hale getirmeye çalışmışlardır. Siyasi çıkar uğrunda, Cumhuriyetin ilk döneminde kapatılan ve yer altına inen tarikatlar, bu konudaki yasalar hiçe sayılarak meşru hale getirilmeye çalışılmış , hatta bu tarikat şeyhleriyle oy pazarlığına girişilmiştir. Bu uğurda tarikat ileri gelenleri Meclise seçilmiş, hatta siyasetin üst kademelerine kadar yükselebilmiştir. Din, siyasete alet edilirken, gerek devlet ve gerekse toplum yaşantısında dinsel motifler ön plana çıkarılmıştır. Din istismarına çanak tutan, hatta bunu bizzat yapan siyasi partiler iktidara geldikleri dönemlerde, devlet kadrolarına kendi yandaşlarını yerleştirmek için ellerinden gelen bütün gayreti göstermişlerdir.

 

 

 

Aydın din adamı yetiştirmek amacıyla açılan imam Hatip Okullarının niteliği değiştirilerek sayıları arttırılmış ve adeta belli bir siyasi düsüncenin yeşerdiği alanlar haline getirilmiştir. Buradan yetişen gençlerin, Eğitim Fakülteleri ile Siyasal Bilimler Fakültelerinin Kamu Yönetimi bölümü ve Hukuk Fakültelerine girmeleri özendirilmiş ve geleceğin öğretmen, Kaymakam, Vali, Hakim ve Savcıların kendi düşüncelerinden olmaları için gerekli altyapı hazırlanmıştır.

 

  Tarikat örgütlenmesine büyük önem verilmiş, bizzat bazı devlet görevlilerinin koruma ve gözetimi altında tüm ülke çapına yayılmıştır. Camilerde, resmi ve denetim dışı Kuran Kurslarında İmam Hatip Okullarında, dini vakıf ve derneklerde, özel pansiyon ve yurtlarda, medrese adı verilen yasadışı, gizli eğitim kurumlarında, yurtiçi ve yurt dışında açılmış özel okullarda belli tarikatların söylem ve öğretileri gencecik beyinlerimize belletilerek adeta militan yetiştirilmiş ve bu faaliyetler tabana yayılarak, devletin siyasetin ve toplumun dinselleştirilmesi çalışmalarında önemli mesafeler alınmıştır.

 

Kendi nesillerini yetiştirme doğrultusunda, “amaca giden her yol mübahtır prensibinden hareketle, Cumhuriyet’e, laik toplum yapısına, laik ve demokratik sitemin kurucusu olan Atatürk ve onun mücadele arkadaşlarına, her türlü yalan ve iftira ile saldırmaktan kaçınmamış hatta bunu, mücadelelerinin en başta gelen gereği saymışlardır.

Türk toplumunu milletten ümmete, çağdaşlıktan çağ dışılığa, aydınlıktan karanlığa sürüklemek için büyük gayret sarfetmişler, insanların kafasına “din” adına, dinle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir yığın safsatayı sokmaya çalışmışlar ve bunda önemli başarılar elde etmişlerdir.

 

Örneğin Nakşibendilere göre kadın saptırıcıdır, erkeğe göre eksiktir, duygularının geçici isteklerinin esiridir,kadın eli sıkılmaz, kadınla konuşulmaz, kaçınılmaz bir durum sonucu konuşulursa onun yüzüne bakmakla doğru değildir, kötü eğilimlere yol açar. Kadınla karşılaşınca öne, yere bakmak gerekir. Yolda kadının önde erkeğin arkada yürümesi şeytana uymaktır. Kadın kesinlikle örtünmelidir. Gerekmedikçe dışarı çıkmamalıdır. Kadını kocası dövebilir, Kadın yalnızca Kur’an dinlemeyi ve okumayı öğrenmelidir. Kadının evinin dışında bir görevi ve işi olamaz.

 

 Bir kızda, kadınlık belirtileri görülmeye başlayınca evlendirilmelidir. Evlendirilmezse bir takım sapmalara ana babaya karşı dik başlılık etmeye yol açar. Nakşi olmayana kız verilmez ve Nakşi olmayandan kız alınmaz. Zekat, sadaka ve kurban ancak Nakşibendiler için hizmet veren kişi ve kurumlara verilmelidir. Nakşibendiliğe aykırı davrananlar suçludur. Suçlular şeyhin emriyle başı kesilerek öldürülmelidir. Kan akmalıdır ki toprak suça tanıklık  etsin. Radyo, telefon, televizyon ve sinemadan uzak durulmalıdır. Giyim kuşam şeklini şeyh belirler. Erkeklerin alta şalvar ,üstte cübbe giymeleri ve sarık sarmaları zorunludur. Gömlek giyildiğinde yakasız gömlek tercih edilir ve beden hatlarını ortaya çıkarıp kadınlarda şehvet uyandırmamak için gömlek şalvarın içine sokulmaz. Kadını kendisiyle evlenmesi yasak olmayan bir kimse ile el sıkışırsa el zinası yapmış sayılır. Herhangi bir mekanda bir erkekle göz göze gelmek göz zinasıdır. Bir erkekle bir kadının konuşması dil zinasıdır. Erkek elinin değdiği iç çamaşırlarını giyen bir kadın zina yapmış sayılır. Bu nedenle giysilerin kadın elinden çıkması gereklidir.

 

Nakşibendiliğin bir kolu olup, daha sonra kendi mecrasında gelişen bir diğer tarikat da Nur tarikatı veya Nurculardır. Tarikat ismini Said-i Nursiden alır. Said-i Nursi tarafından kaleme alınan 130 civarında risale, Nur öğretisinin temelini oluşturur. Yukarıda belirttiğimiz. Nakşibendilerin benimsedikleri esasları aynen benimserler. Gizli olarak açtıkları medreselerde, Said-i Nursinin hemen tamamı dinle ilgisi olmayan, saçma sapan bilgileri öğrencilerine öğretirler.

 

Nurculara göre Said-i Nursi yüceltilmesi gereken adeta peygamberlerle eşdeğer bir kişiliktir. Said-i Nursi için kullanılan “Muhterem Üstadım efendim hazretleri, bülbül-ü bağıstan-ı Kur’an, eyyülhel üstad-ül muhterem, üstad-ı ekremin efendim hazretleri” hitabı sanırım bunun örneğidir.

 

 Said-i Nursi risalelerin bir güç tarafından kendisine yazdırıldığını yani bir bakıma peygamber olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmektedir. “Artık senelerce ilim tahsili için koşup yorulmaya ve vilayet yollarında kırk sene seyahat etmeye ihtiyaç kalmadı. Aziz arkadaşımız gözünü aç,gerçeği bu yakın zamanda risale-i Nur’da bulacaksın, evet aziz üstadımız (bir sene risaleleri ve bu dersleri kabul ederek okuyan, bu zamanın mühim, hakikatli bir alimi olabilir) müjdesini ve tesellisini insanlığa vermek ancak size nasip olmuştur” gibi özlü sözlerle Nur risalelerini yüceltmektedir.

 

Nur risalelerinde pek çok konunun yanında “Din kitapları asırlardır haber verdiği halde ilim adamlarının çözemedikleri bir gerçek vardır ki o da, 7 kat arştır. 7 kat arştan maksat, Dünya, Merih, Erendiz, Sekendiz, Uranus, Neptün, Piliton gezegenleridir. Erendiz arş-ı âzamdır, dördüncü kat sema olan Sekendiz, cennettir, Piliton’un uyduları olan sitreyi münteha, güneşin kürsi, arzı tilek ve çulpan ise cehennemdir”

 

 veya “3000 sene sonra, Türkiye’de yazlar soğuk kışlar ise sıcak olacaktır” gibi önemli (!), derin (!) bilimsel tespitlerde bulunulmaktadır.

 

Said-i Nursi-ye göre “Nur risalelerini okuyan kişi, okuduğundan hiçbir şey anlamasa da bu risalelerin şahs-ı manevisi sayesinde alim olmuş sayılır.”

21 nci yüzyılın eşiğinde insanlarımız böyle saçma sapan öğretilerle akıl ve bilim ekseninden uzaklaştırılmaya ve ortaçağ Avrupasındaki karanlığa mahkum edilmeye çalışılmaktadır.

 

 

 

 

SONUÇ

 

Atatürk’ün açmış olduğu Aydınlanma Çağında Türk milleti önemli mesafeler katetmiştir. Akıl ve bilimi temel alan bir nesil yetiştirilmiştir. Bu nesil, 21 nci yüzyıl Türkiye’sinin mimarı olacak bir nesildir.

 

Ancak, Türkiye’de bunun yanında bilerek yada bilmeyerek çok büyük bir hata yapılmıştır. Bu hata çağdaş, bir neslin karşısında değişik kurum ve kuruluşlarda yetiştirilen bağnaz bir nesil çıkarmak olmuştur. Bu iki nesil, birbirinin tez ve antitezidir.

 

 Bu iki neslin uzlaşması imkansızdır. Cumhuriyet Türkiye’sinde demokrasinin ve çağdaş devletin imkanlarından ve ortamından yararlanarak yetiştirilen, kul ve mürit özelliklerine sahip nesil, mutlaka ve mutlaka gün gelecek kendi inandırıldıkları rejimi oluşturmak için çağdaş kadrolarla açık bir çatışma içine girecektir. Bu çatışmayı inançlarının bir gereği saymaktadırlar. Devlet, kendini yıkabilecek potansiyel tehlikeyi kendi eliyle oluşturmuştur. Bu kesimin en büyük ve en etkili silahı din istismarıdır. Din istismarı ile büyük kitlelerin harekete geçirilebilmesi, yaşanan örneklerden de görüldüğü üzere mümkündür. Bu tehlikenin görülememesi veya savsaklanmasının  en önemli sebebi, olayın bir inanç meselesi olarak değerlendirilmesidir. Hatta bu doğrultuda demokratik ve çağdaş bazı aydın ve devlet adamları bu kesimle uzlaşma arayışı içine girmişlerdir.

 

Ancak unutulmaması gereken bir şey vardır. Demokratik ve çağdaş nitelikli insan tartışabilir, görüşlerinde düzeltme yapabilir, uzlaşma uğrunda bazı tavizlerde bulunabilir. Dogmatik nitelikli insan ise asla uzlaşamaz. Uzlaşmaması inandığı dogmaların kaçınılmaz sonucudur. Uzlaşma bir takım tavizleri gerektirir. Oysa bu tipte bir kişi taviz verdiği anda, inançlarının gereklerine aykırı hareket ettiğine inanır. Günahkar hatta kafir olduğuna inanır. Bu nedenle uzlaşmaya çalışan çağdaş aydın sadece karşı tarafa taviz verir ve kendi kendini aldatır.

 

Türk insanını ve Türk toplumunu bu inanç cellatlarının elinden kurtarmanın en etkili yolu gerekli toplumsal ve siyasal iradeyi gösterip onların yöntem ve teknikleriyle en iyi mücadele yöntemini, yani hukuku kullanmak ve insanlarımızın inançlarına konan ipoteği kaldırmaktır. Onları çağdışı eğitim ve öğretim olanaklarından yoksun bırakmak, çağdaş eğitim kurumlarında düşünen, sorgulayan, aklını kullanma becerisiyle azami donatılmış nesiller yetiştirmektir.

 

Türk insanının kendi geleceğine yönelik önünde iki terchi vardır.Çağ dışı dogmalara mahkum,ümmetçilik esasına dayalı,şeyhinin söylediklerine koşulsuz itaat eden,kul ve mürit olmayı erdem sayan,bir kişinin veya grubun güdümünde yönetilen çağ dışı bir toplum mu olacaktır?

 

Yoksa, Atatürkçü Düşünce Sistemi’ni,çağdaş ve evrensel değerleri benimsemiş,Atatürk Milliyetçiliği’ne bağlı,aklı ve bilimi temel hareket noktası alan,laik ve demokratik bir toplum mu olacaktır?... Türk insanının engin sağ duyusuyla gerçek yolu yani Atatürk’ün gösterdiği akıl ve bilim yolunu seçeceğine inancımız tamdır.

 

 

 

 
 
   
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol